Günümüzde hayat, bir domates ve salça metaforuna ne kadar da benziyor. Domates, tazeliği ve doğal haliyle hayatı temsil ederken; salça, zamanla ve müdahaleyle dönüşümü… Ancak her iki unsurun birleşimi bir lezzeti ortaya çıkarır. Lakin ne yazık ki, insanların ve olayların bu ahengi yakalamadığı, tersine yozlaşmanın hâkim olduğu bir düzende yaşıyoruz.
Sözlerin Dönüşümü
Domates gibi taptaze umutlar sunan sözlerin, zamanla salçaya dönüşmesi… Bizler vatandaşlar olarak bu dönüşüme alışamadık. Söylenenler, tıpkı bir öğle vakti verilen vaatler gibi, güneşin batışıyla başka bir forma bürünüyor. İstenilen; sözcüklerin onurla yerine getirilmesi, hakkın teslim edilmesi. Fakat sık sık, ağızdan çıkan kelimelerin tutarsızlığıyla karşılaşıyoruz. Bu durum, insanlığın özlemini duyduğu lezzeti değil, hayal kırıklıklarının buruk tadını getiriyor.
İçi Boş Vaatlerin Hafifliği
Görkemli hitabetlerin altında yatan o boşluğu hissetmek… Sözlerin içinin dolmadığı anlaşıldığında, umutlar kırılgan bir buz tabakası gibi eriyor. Hele ki her seçim döneminde tekrarlanan klişe vaatler, insanların güven duygusunu yerle bir ediyor. İnsanlar artık masallara kanmıyor; dinlemek istedikleri, somut adımlar ve gerçek çözüm yolları.
Rüyadan Uyanmak
Toplumun isteği, yarım kalmış hayallerin izini sürmek değil. Pansuman çözümler yerine gerçek bir tedavi arıyor herkes. Bu toplum, kanayan yaraların üzerini örten sözlere değil; yarayı kapatan, iyileştiren dokunuşlara hasret. Bir tabağa konan lokmalar gibi, her bireyin hak ettiği payı alması en temel beklenti.
Kızarmayan Yüzler
Kimlik siyaseti, hamaset dolu sloganlar ve ardından gelen adaletsizlik… İşte bu, toplumun en çok yaralandığı nokta. Sözler havada kaldığında, haklar teslim edilmediğinde, kızarması gereken yüzlerin kızarmadığına şahit oluyoruz. Oysa adalet, sadece vaatlerde değil, eylemlerde görünür olmalı.
Kalabalığın Arasına Karışanlar
Hakkı savunmak, erdemin en yüce şeklidir. Ancak çoğu zaman kalabalığın önündekilerin, fırsatını bulduklarında o kalabalığa karıştıklarını görüyoruz. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diyen naralarla başlayan öyküler, halkın sırtında bir yük olmaktan öteye gitmiyor. Hakkı savunmak, masanın bir köşesini değil, toplumsal adaleti işaret etmelidir.
Saygınlık ve Duruş
Saygınlık, ucuz bir kelime değildir. Omurgası sağlam bireyler, duruşlarıyla belli olur. Ancak ne acıdır ki, çoğu zaman domates misali taptaze görünenler, kısa sürede salçaya dönüşüyor. Bu dönüşümle birlikte, toplumun en çok ihtiyaç duyduğu erdem olan saygınlık, yerle bir oluyor. Saygınlığı koruyabilmek; onur, vicdan ve kararlılıkla mümkündür.
Sonuç: Duruşun Önemi
Domates ve salça bir teşbihtir; insanın da aynı dönüşümü yaşama potansiyelini taşır. Ancak asıl mesele, bu dönüşümün nasıl bir istikamette olduğudur. Günümüz dünyasında, insanların taptaze umutları giderek yozlaşmaya teslim olurken, herkes akıl ve vicdanını güvenle yaslayabileceği bir omuz arıyor. Bu omuz, ancak dik duruş sergileyen bireyler tarafından sunulabilir.
Unutmayalım, insanlık için en büyük lezzet; sözle eylemin uyumu ve hakkın teslimidir. Ne domates ne de salça bu ahengi tek başına sağlayabilir. Ancak doğru bir birleşim, insanlığın özlemini duyduğu gerçek bir tadı ortaya çıkarır.